Yaz günlerimiz hafta içi sıkıcı geçse de hafta sonları oldukça eğlenceli ve heyecanlı geçerdi. Sinema faslımız rutine binmişti. Saat dokuzda evden çıkar, kafa dengi arkadaşım Ali’yle Mirza Çelebi Mahallesinden Siptilli Pazarına uzanır, oradan da ver elini Saydam Caddesi der, sağda solda oyalanmadan Çelik sinemasının önünde soluğu alırdık. Ben Zagor, Ali Tommiks ya da Texas kiralar, duvar dibine çöker, yarım saat içinde çizgi romanı okur, bitirirdik.

Üç film izlemek için biletlerimizi alır, Çelik Sinemasının konforlu koltuklarına kurulurduk. Amerikan film yıldızlarıyla haşır neşir olmuştuk. John Wayne mı dersin, Clint Eastwood mu dersin, Lee Van Cleef mi dersin, Charles Bronson mu dersin, hepsini karşımızdaki beyaz perdede görür, onların heyecanına katılırdık. El Dorado’yu, İyi Güzel ve Çirkin’i, Vahşi Melez’i izler, bu filmleri izlemeyenlere karşı bir üstünlük taslar, filmi heyecanla anlatırdık.

Pazar sinema keyfinden sonra akşama doğru rotayı Pırasa Tarlasına çevirirdik. Pırasa Tarlası denilen yer, bugünkü 5 Ocak Anadolu Lisesinin arkasından başlayıp Gülpınar Çocuk Parkı ve Stadının olduğu yeri de içine alan, futbol sahalarının bulunduğu yerdi. Pazar öğleden sonraları burası ana baba günü olurdu. Adana’nın eski, yeni, ünlü futbolcuları burada boy gösterirdi. Hayranları, onları izlemek için sahanın etrafını kuşatırlardı. Kimler yoktu ki bu ünlü futbolcular arasında? Füze Selamiler, Kartal Yaşarlar, Selahattin Fındıklar ve hatta Fatih Terim…

Demirspor’un yıldız santraforu, kara yağız ve uzun, kıvırcık saçlarıyla en çok ilgiyi toplayan kişi olurdu. O yıl Galatasaray’la adı anılıyordu. Transferi gündemdeydi. Kenarda, oğlunu izleyen babasının da etrafı oldukça kalabalıktı. O da kenardan herkes gibi hayranlıkla ve gururla oğlunu izliyordu.

Futbolcu abilerimiz, maç öncesi ısınırken kaleye attıkları şutları tutup sahanın içine, onlara doğru yuvarlamak bizim için büyük keyifti. Maça başlayacakları zaman, gözümüzü heyecanla onlara dikerdik. Oyuncu eksikleri olursa bize bir işaret çakmalarını bekler, sağ bekte, sol bekte bize de şans doğabilir umudu taşırdık. Ali ile bir iki kez bu şansı yakalamış, sanki bir yaş daha büyümüştük.

İlk gençlik yıllarımın geçtiği bu yerleri zaman zaman ziyaret eder, değişimi ve gelişimi yakından takip ederim. 1970’lerin izlerini mercekle arayıp bulmakta zorlanırken günümüzdeki değişimin boyutları ise korkutmaya başlar beni.

Geçenlerde yine nostaljik bir gezi yapmak için Kuruköprü’den İstiklal Ortaokuluna doğru çevreyi izleyerek yürüyordum. Sağ taraftaki Sümerbank Satış Mağazasını aradı gözlerim. Bina yerindeydi ama işlevi değişmişti. Yıllar önce annemle yaptığımız alışverişler geldi gözümün önüne. Giyim-kuşam, ayakkabı vb. ihtiyaçlarımızı buradan, devletin öz sermayesi olan millî ve yerli mağazadan tedarik ederdik. Şimdi yerinde yeller esiyor ne yazık ki!..

Eski İstasyon Karakolundan sola, Doğumevine doğru kıvrıldım. Bu arada otuz yaşlarında biri yanıma yaklaştı. Kırık Türkçesiyle,

“Hastane, çocuk?” dedi.

Aksanından ve görüntüsünden Suriyeli olduğunu anlamak zor değildi. Elinden tuttuğu altı yedi yaşlarındaki zayıf ve bakımsız kız çocuğuyla belli ki hastanenin çocuk bölümünü soruyordu. Yüz metre ilerimizde Doğumevi Hastanesi vardı. Eskiden orada sadece doğumla ilgili vakalara bakılırdı. Hastaneye dönüşmüş olabileceğini düşündüm. Bir yabancıya, ben de buranın yabancısıyım, demeyi kendime yediremediğim için,

“Hastane tam karşıda, Çocuk Bölümünü oraya sorun.” dedim.

“Şükran!” deyip sigarasını tüttürerek yoluna devam etti.

Adımlarımı biraz yavaşlattım. Adamın on metre kadar gerisinden yürümeye başladım. Bizde adres sorana yardım etme hassasiyeti vardır ya! Vicdanen rahatlamak istiyordum. Suriyeli garibanı yanlış adrese yönlendirmiş olmak istemiyordum. Adam Doğumevinin bahçesine girdi, sol tarafa gitti, biriyle konuştuktan sonra ters yöne döndü. Durmuş, onları izliyordum. Adam ve kızı, sağ taraftaki merdivenleri çıkarken rahatladım. Çünkü girdikleri bölümün üstündeki tabelada Çocuk Bölümü yazıyordu.

Adımlarımı hızlandırdım. Hergele Yolunun güneyine, asıl hedefim olan Pırasa Tarlasına yöneldim. On dakika sonra aradığım yerdeydim ama aradığım yer yoktu. Her taraf insan kaynıyordu. Kadın-erkek, çoluk-çocuk… Kimi yaya, kimi motosikletli bir hengâmenin orta yerindeydim. Gençler neyse de kadınların ve yaşlı erkeklerin kılık kıyafetleri çok farklıydı. Televizyonlarda izlediğimiz, Osmanlı dönem filmi sahneleri gibiydi ortalık. Parkın önüne geldiğimde Türkçe de duyulmaz oldu.

Pırasa Tarlası nerede, bilen var mı, diye birilerine sorsam Suriyeli gibi, cevap verebilecek birinin çıkacağından emin değildim.

Bir zamanlar pırasa yoksa da tarlası vardı ama şimdi pırasanın ne adı kaldı ne tarlası!..

Ülkenin birçok kentinde olduğu gibi, Adana’nın da kenar mahalleri gettolaşmaya* başladı, ne yazık ki!

Sayın yöneticiler farkında mı dersiniz?

*Gettolaşma: Kentin diğer yaşam alanlarıyla bütünleşmemiş, ayrışmış bölümlerinden, kendine özgü yaşam biçimleri ve sosyokültürel yakınlıkların oluşturduğu kümelenmır