Halka mal olmamış ve halkın içselleştirmediği bir sanat, kişilerin kendilerini tatmin ettiği hobi alanı olmaktan öteye geçemez. Bu nedenle ÇKS’yi değerli buluyorum.

Çukurova Sanat Kurulu’nun (ÇSK) ‘Müze ve Kütüphane Gezisi’ etkinliğinin duyurusuyla, etkisinden bir türlü kurtulamadığım iki hayalim yeniden karşıma dikildi:

Birincisi, Çocukça bir hayal… “Bir dilek tut” deselerdi, mutlaka bir müzede, elimde bir ses kayıt cihazı ile oradaki heykellerle konuşmayı dilerdim. Müzede, kırık bir çömleğin, tapınakta bir heykelin, duvar resmi veya mozaiklerinin anılarını dinlerdim. Bir sikkenin hangi amaçla hangi elleri dolaştığını, bir taşın bu güne gelmek için yaşadığı maceraları duymayı çok arzu ederdim. Böyle bir olanak, zannedersem dünyanın en değerli hazinesi olurdu.

Çöl kumlarına gömülmüş bir para ile unutulmaya yüz tutmuş bir tanrının ‘sonsuz güç ve tapınma’ konusundaki tartışmalarını dinlemek isterdim. İnsanlar hangisine daha çok tapmıştır diye…

Cumartesi (31 Mayıs 2025) günü çağrıya giderken hayalimi de birlikte götürdüm. Sayın Kubilay Altıntaş ve Bünyamin Deniz Kıraç örnek tevazuları ile ev sahipliği yapıyordu. Ardından her üyenin ayrı ayrı ev sahibi olduğu bir atmosfer doğru... Herkesin ziyaretçi ve herkesin ev sahibi olduğu müze gezisi başladı.

Müze boş gözlerle gezilecek bir alan değildir. Ya bileceksiniz ya da bilen birini dinleyeceksiniz. Kurul yöneticileri bu soruna çözüm bulmuşlar; Adana’da uzun yıllar müze müdürlüğü yapmış olan Sayın Yalçın Karalar, müze yetkilisi Tuğba Tamdoğan eşliğinde konuklara eserleri anlatacaktı. Bu nedenle, katılım kısıtlaması yoktu. İsteyen, meraklı olan, tarihe yolculuk yapmayı dileyen herkes katılabilirdi… Çoğumuz da eşimizi dostumuzu davet ettik.

ALTMIŞ ASIRLIK GÖZLER…

Kırk kişilik Kurul üyesi, Arkeolog Tuğba Tamdoğan’ın mihmandarlığında altı bin yıl önce başlayan hikâyenin merkezine yolculuğa çıktık.

Her eşya, çanak çömlek parçası, sikke, gözyaşı şişeleri, başsız gövdeler altmış asırlık gözler ve sakladıkları hikâyelerle bizlere bakıyordu. Her parça, bir efsanenin paragrafıydı. Sayın Tamdoğan bu gizleri açığa çıkarıp bizlere sunuyordu.

Müzede Arabalı Tanrı Tarhunda’nın heykeli karşısında durduk. Tuğba Hanım demirin bu arabalarda ve mızrak uçlarınsa nasıl kullanıldığını anlatırken düşüncelere daldım. Tuttuğum dilek gerçekleşmiş olsaydı, Arabalı Tanrı tarhunda ile konuşmayı çok isterdim. Hemşerimiz olan bu Tanrı’nın, Grek Mitolojisinin Baş Tanrısı Zeus’a ilham kaynağı olduğunu pek az kimse bilir.

Daha açık ifade ile Mitolojilerin Baş Tanrısı Zeus, Kizzuwatna Fırtına ve Hava Tanrısı Tarhunda’nın, Grek versiyonudur. Batı kültürünü kutsayanlara selamımdır.

“Bu hayalimi Bir Ölünün Seyir Defteri” romanımda gerçekleştirdim. Tarhunda ile bol bol dönemin ve diğer kral ve tanrıların dedikodusunu yaptık.

Bu arada küçük bir not vereyim, yaşadığımız bölge, merkezi bu günkü Çukurova olan Kizzuwatna, dünyanın en korunaklı bölgelerinden biriydi. Bir Roma Yazıtı şöyle der: “Kilikya, insanlar tarafından değil, tabiat tarafından korunur.” (Şimdi de insanlar tarafından korunmuyor, ama tabiatın da eskisi kadar cömert olmadığı görülüyor.)

Bölgemiz, yine de istila edilmekten kurtulamazdı. Çünkü bu coğrafya, dünyada her medeniyetin ihtiyaç duyduğu zengin meşe ve sedir ağaçlarına sahipti. Gılgamış, ölümsüzlüğü ararken, Amanos Dağlarını aşıp sonraki bölgedeki sedir ağaçlarının bol olduğu yere gidiyordu; Yani Kizzuwatna’ya… Yani Çukurova’ya…

Lokman Hekim’in de ölümsüzlüğü bu topraklarda keşfetmesi bir tesadüf değil…

Anlayacağınız bu bölgenin kaynak olarak bereketi, hem zenginleşmesine hem de bolca düşmana sahip olmasına neden olmuştur. Güzellerin kötü kaderi gibi…

TARHUNDA’NIN ARABASI

Tanrı’nın neden arabası vardır? Ya da koca tanrı, neden arabaya ihtiyaç duymuştu?

Hatırlayın, Erich Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları” kitabı, geçtiğimiz yüz yılın en çok satılan kitaplarından biri oldu. Bu araba, orada kast edilen arabalardan değil. Tarhunda’nın arabası, bayağı tahtadan bir arabaydı. Peki, ne özelliği vardı? Cevap vermem gerek:

Kizzuwatna, Hititlilere bağlı vasal bir krallıktır. (Aralarında yapılan Konargöçerlik Antlaşmasını, inşallah bir gün anlatırız. Altı bin yıldır değişmeyen kader...)

Memleketimiz, Mısır tehdidine karşı sırtını, Hititlilere dayamıştır. Mısır’ın dünyaya hâkim olmak için bolca gemiye ihtiyacı vardı. Gemiler de sedir ve meşe ağacından yapılmaktaydı. İşte Adana’nın işgal edilme nedenlerinden biri…

Küçük ama önemli bir bilgi: “Ölümsüzlüğü arayan Gılgamış, Amanos Dağları’nın aştıktan sonra sedir ormanı ile karşılaşmıştır. İşte o sedir ormanları bu bölgedir.

Savaş arabaları o dönemin tankı sayılırdı. Bu arabalar için dayanıklı tahtalar gerekir. Kizzuwatna, Hititlilerin tahta ihtiyacını bu bölgede bol olan meşe ve sedir ağaçlarında karşılıyordu.

Hititliler, Mısır kadar güçlü değillerdi. Mısır ordusu çekirge gibi kalabalık ve papirüs türü ağaçlarla yaptıkları arabalar hafif olduğu için çok çevikti. Bu da savaşta Mısır ordusunu güçlü yapıyordu.

Ancak o arabaların bir zayıflığı vardı ki o da şuydu: Mısır arabaları tek kişilikti. Asker, bir eliyle arabayı sürüp kontrol ederken diğer eliyle savaşmak zorunda kalıyordu.

Hititler bu zaafı görüp devrim niteliğinde bir sistem icat ettiler. Arabaları çift kişilik yaptılar. Böylelikle bir asker arabayı sürerken diğeri rahatlıkla, mızrak, ok ya da kılıç kullanabiliyordu.

İşte bu üstünlük, Hititlileri dönemin en güçlü ordusu yapmaya yetmişti.

DEMİR: HİTİLERİN ATOM BOMBASI

Hunların, en büyük imparatorluklarından birini kurup, dünyaya hâkim olmalarının nedeni, atı evcilleştirmiş olmalarıydı.

Hititleri de dünya imparatoru yapan, demirin arabalarda kullanımını keşfetmiş olmalarıydı.

Mısır arabaları hafif ve çevikti ama iki kişi almıyordu. Hafifliği bir yandan onu avantajlı yaparken, diğer taraftan güçsüz kılıyordu. Arabaları, meşe veya sedir ile yapmak istedikleri zaman da bunları birbirine bağlayamıyorlardı. Çünkü demirleri yoktu. Demir olmayınca mekanik aksam güçsüz kalıyordu.

Kizzuwatna’nın sağlam arabaları ile Hititlilerin demiri kullanma becerisi, sadece Kadeş Savaşı’nın sonucunu değil, dünyanın da tarihini değiştirmişti.

Demirci deyip geçmeyin; Daha Demirci Kava’mız var…

GEZİNİN ETKİLERİ

Programa uygun olarak, Sayın Yalçın Karalar eserleri anlatmaya devem etti. Daha sonra Çukurova Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Havva Alkan Bala örencileri ile birlikte gruba katıldı.

Çukurova sanat Kurulu’nun bu girişimini önemsiyorum. Görüştüğüm birçok kişi de önemsemektedir.

Halka mal olmamış ve halkın içselleştirmediği bir sanat, kişilerin kendilerini tatmin ettiği hobi olmaktan öteye geçemez. ÇKS, sanatı sanatçının tekelinden kurtarması bakımından önemli bir görev üstlenmiştir.

Gezi programında, Müzenin Kütüphanesinde bir değerlendirme toplantısı yapıldı. Katılımcılar sohbet toplantısı yaptı. Kendi aralarında bilgi alışverişi çoğaldı.

Bu yeni yapılanma, sanatın sadece sanatçıya bırakılmayacak kadar değerli olduğunu yüzümüze vurması açısından bir dönüşüm sağlamıştır.

Sadece sanatçının desteklediği kurul, kısa ömürlü olmaya mahkûmdur.

Şahsım ve yaşadığım şehir adına bu kurulun oluşmasına emeği geçenlere teşekkür ediyorum…

VE İKİNCİ HAYALİM…

Yıllarca biriktirdiğim ve varlığıyla ısındığım bu hayali, bir satırda anlatmamı istemeyin…

Başlı başına başka bir yazının ana konusu…

En kısa zamanda anlatacağım…